İNCELEME: 13. İSTANBUL BİENALİ
‘Anne, ben barbar mıyım?’ başlıklı 13. İstanbul Bienali, açılışından aylar öncesinden ismi, sponsorları, konusu, grafik tasarımı ve başka konular nedeniyle çeşitli merciler tarafından birçok eleştiriye maruz kaldı. Peki bu kadar eleştiri neden?
Eczacıbaşı Holding kontrolünde bulunan İKSV tarafından düzenlenen İstanbul Bienali Türkiye’nin uluslararası alanda en itibarlı ve ünlü sanat etkinliği. Dünyanın farklı yerlerinden güncel sanatçıların davet edildiği İstanbul Bienali, modern ve çağdaş sanat alanında uluslararası seyircinin ilgisini çekebilecek dünyaca ünlü sanatçıların işlerinden yoksun Türkiye için oldukça önemli bir olay. Ayrıca kabul edilmeli ki, New York, Londra, Paris gibi şehirlere kıyasla, yok denecek kadar az sanat müzesi ve sergisine sahip İstanbul’da bienal, sanatseverler tarafından iştahla beklenen bir etkinlik.
Antrepo 3 Giriş Alanı
Hal böyle olunca, sanatla ilgilenen çevreler halka açık ve İstanbul adını taşıyan bir etkinliğin daha başarılı olabilmesi için kendi fikirlerini eleştiri ve tavsiye yoluyla İKSV’ye iletmeye çalışıyor. Bienal her ne kadar İKSV tekelinde olup, mali desteğini Başbakanlık Tanıtma Fonu, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na ek olarak Eczacıbaşı, Koç Holding vb. özel şirketler tarafından da alsa, sahip olduğu ‘İstanbul Bienali’ ismi nedeniyle Türkiye ve özellikle İstanbul ahalisine karşı hesap verebilir bir konumda olmalı. Zira böyle bir sorumluluk almayan bir etkinliğin ismi İstanbul Bienali yerine, Koç-Eczacıbaşı Güncel Sanat Sergisi de olabilir. Bu nedenle İstanbul Bienali ve bienali düzenleyen ekibe yapılan eleştiriler gayet önemli olmakla birlikte kesinlikle İKSV tarafından dikkate alınmalıdır.
13. İstanbul Bienali’ne karşı birçok eleştiri var fakat bunları televizyon, gazete gibi popüler iletişim araçlarında görmek pek de mümkün değil. Bu tarz mecralarda, sanat etkinliğini düzenleyen kurumun dağıttığı basın bülteninde yazanlar dışında bir yorum veya inceleme neredeyse hiçbir zaman yer almıyor. Bienalin içeriği ve düzenlenişiyle ilgili yorumlar, incelemeler, eleştiriler bir kenara, sonu karakolda biten, 13. İstanbul Bienali başlamadan önce bienalle ilgili bazı ön çalışma etkinliklerinde yapılan protestolarla ilgili haberler medyada neredeyse yok denecek kadar az yer aldı. Artık ana akım medyadaki bienal incelemesi ve eleştiri eksikliğinden midir bilinmez, bienalde bazı ciddi sorunlar ortaya çıkıyor.
Küratörün sanat yapma çabası?
Bu sorunlardan ilki, bienalin başlığı ve etkinlik malzemelerinde (kitap, poster, afiş) yer alan grafik tasarımı. İlk bakışta ‘Anne Ben Barbar mıyım?’ başlığı bienalin ele aldığı konu olan kamusal alanla ilgili hiçbir şey ifade etmiyor. Bienalin neden böyle bir başlığa sahip olduğunu anlamak için bienal rehberinde küratör Fulya Erdemci’nin giriş yazısını okumak gerekiyor. Bu yazıda barbar kelimesinin antik Yunan medeniyetinden ortaya çıktığı ve bu kelimenin öteki, yabancı ve bastırılmışı tanımlamak için ortaya atıldığı anlatılıyor. Fakat barbarlığın, öteki olmanın, yabancılığın ve bastırılmış olmanın bienalin esas konusu olan kamusal alanla doğrudan bir alakası olmaması nedeniyle, ‘Anne Ben Barbar mıyım?’ başlığı maalesef açık bir anlam ifade etmemeye devam ediyor. Bu başlık sıradan bir ziyaretçiye hitap etmekten ziyade güncel sanat sergilerinde sıkça görülen ‘karışık ve anlaşılmaz’ metinlerden biri gibi görünüyor. Bienal için bir başlığın gerekli olup olmadığı tartışması bir kenara, küratörün bienal başlığı olarak ancak uzun paragraflar, tarihsel, felsefi ve akademik bilgilerle açıklanabilecek bir cümleyi seçmesi, ziyaretçinin kafasını karıştırmaktan başka pek bir işe yaramıyor.
Doğrudan karşımıza çıkan bir başka tuhaflık ise Bienal’in görsel malzemelerinde kullanılan grafik tasarımı. Kullanılan tasarım, bienalin kamusal alan fikrinden yola çıkarak düşünüldüğünde İstanbul’un plansız ve çirkin yapılaşmasını çağrıştırıyor. Fakat bienal afişlerinin, ilanlarının ve diğer görsel malzemelerinin böyle bir çağrışım yaratma çabasına gerek var mı? Zaten bienalde yer alan işler vasıtasıyla ziyaretçiye verilecek bir takım mesajların afişler ve ilanlar üzerinden düzensiz ve karışık bir grafik tasarımla verilmeye çalışılması güncel sanat sergilerinde sıkça rastlanan, küratörün sanat yapma çabası olarak yorumlanabilir. İKSV’nin genelde çok başarılı bir şekilde devam ettirdiği grafik tasarım çizgisi, 13 İstanbul Bienali’ndeki görsel tasarımı nedeniyle zayıf bir kurumsal kimlikle temsil edilmesine neden oluyor.
Bienal Rehberine Muhtaç Kalmak
İKSV bienal için 5 liraya satılan, orta boy bir kitap kalınlığında bir rehber hazırlamış. Bu rehber bienali anlamak için büyük öneme sahip çünkü bienal mekanlarının neredeyse hiçbir yerinde, eser adı, sanatçı adı ve kullanılan malzemeler dışında sergilenen eserleri anlatan bir bilgi yok. Eğer 20 liralık bienal turuna katılmadıysanız, bienaldeki işleri anlamak için rehberi açıp okumanız gerekiyor. Bu da en azından 350 sayfalık bir okuma yükü anlamına geliyor (neyseki sayfaların yarısında fotoğraf var). Sergilenen işleri anlamak isteyen ziyaretçi keyifli bir bienal deneyimi yaşamaktan ziyade, merak ettiği işler hakkındaki bilgileri elindeki rehberden okumaya mahkum bırakılıyor ve sergilenen eser sayısı göz önünde bulundurulduğunda masum bir bienal ziyareti, saatler süren küçük çaplı bir işkenceye dönüşüyor.
İstiklal üzerinde yer alan Salt ve Arter’in bienal mekanlarına dahil edilmesi keyifli bir sonuç vermiş. İstiklal’den başlayıp buradaki sergi mekanlarını gezdikten sonra, Galata’ya inip, Galata Rum Okulu’nu ve buradan da Tophane’deki Antrepo 3’e gitmek İstanbul’da gezilebilecek en güzel rotalardan biri. Fakat bienal mekanlarında, bir sergi alanından diğerine nasıl gidileceğini gösteren bir harita yer almadığı için İstanbul Bienali’ni ziyaret eden turistlerin diğer bienal mekanlarını bulabilmek için bir bienal rehberi almaları gerekiyor (bir basım ve tasarım hatasından dolayı sergi rehberini almış turistlerin haritada Antrepo’yu görememe ihtimali olması da bir başka sorun). Bienal mekanlarına İstanbul’u bilmeyen turistler için açıklayıcı birer bienal haritası yerleştirmek yabancı ziyaretçileri oldukça rahatlatabilirdi. Yukarda bahsi geçen mekanlara uzak, Taksim – Karaköy ekseninde yer almayan, Süleymaniye’de bulunan 5533 isimli bienal mekanı ise ilginç bir seçim olmuş. Bienalin önümüzdeki senelerde İstanbul’un bu bölümlerine uğraması heyecan verici bir gelişme olabilir fakat etkinliğin şimdiki haliyle bu 5. mekan diğer galerilere uzak ve dışlanmış görünüyor.
Özensizlik
Bienal Direktörü Bige Örer Radikal’e verdiği bir röportajda1 İstanbul Bienali’nin bu büyüklükte diğer uluslararası sanat etkinlikleriyle kıyaslandığında, özellikle yeterli devlet desteği olmaması nedeniyle, en düşük bütçeli etkinlik olduğundan bahsediyor.
Türkiye’de, Selçuklu Devleti’nin kazandığı 1071 Malazgirt Şavaşı’nı, Malazgirt Ovası’na 1071 tane Alparslan isimli çocuk götürüp (Malazgirt Savaşı’nı kazanan Selçuklu sultanına ithafen) onları özel siparişle yaptırılan 71 adet kıl çadırda konaklatarak kutlayan bir Kültür ve Turizm Bakanlığı var. Üstelik herhangi bir kültür veya turizm geçmişi olmayan, siyasi bilimler okumuş, başbakanın siyasi danışmanlığını yapmış, siyaset bilimi, strateji ve dış siyaset konularında uzman olan, uzun lafın kısası ne kültürle ne turizmle bir alakası olmayan Ömer Çelik, Kültür ve Turizm Bakanı olarak görev yapıyor. Hal böyle olunca, Malazgirt Ovası’na götürülen 1071 Alparslan’ın her birini tek tek arayıp davet ettiği gibi tuhaf iddialara2 konu olan bir Kültür ve Turizm Bakanı’nın, İstanbul Bienali gibi uluslararası bir etkinliğe yeterli desteği sağlayamaması hiç de şaşırtıcı değil.
Solda, uçan modem ve sağda, kaldırımı tıkayan tabelaler
Parasal sıkıntılara rağmen bienalde göz ardı edilemeyecek bazı özensizlikler var. Bunlar arasında benim gözüme çarpanlardan biri, Galata Rum Okulu’nun girişinde, üst kattan aşağıya sarkan modemdi. Galata Rum Okulu’na bir hafta arayla iki kez gitmeme rağmen modemin yukarıdan aşağıya sarkan pozisyonu hiç değişmedi. Tabi modemin bu duruşuyla ortaya çıkan özensiz görüntü, modemin altında, giriş katında yer alan ve Koç Holding’in gururla sunduğu rehberli turların yazılı olduğu afişle ilginç bir tezat oluşturuyor.
Galata Rum Okulu’nun girişinde yer alan iki büyük tabela ise kaldırımdan yürüyen yayaların yolunu kesen engeller olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle kaldırımda ağaç için açılan minik çukurlardan, bu tabelaların yerleştirildiği yerler ve boyutlarından dolayı tekerlekli sandalye kullanan vatandaşların kaldırımın bu bölümünü kullanması engelleniyor. Sokaktan geçenler için bienal mekanının yerini belli etmek güzel bir şey fakat bu iş kaldırımı tıkamadan, binaya asılacak flamalar aracılığıyla da yapılabilir.
Kamusal Alan, Bienal ve Güncel Sanat
Bige Örer’in rehberde yer alan önsözünde bahsettiği gibi 13. İstanbul Bienali ‘kamusal alanın toplumsal mücadeleler, sanat ve siyaset açısından gücüne odaklanıyor.’3 Fakat bu odaklanma nasıl bir sonuç veriyor ve bienali ziyaret eden vatandaşa nasıl yansıyor?
Kanımca Gezi olaylarının gölgesinde kalan bienal, kamusal alanların toplumsal mücadele açısından önemine ve gücüne dair herhangi bir vurgu yapamıyor. Bunun birinci nedeni bu vurgunun Gezi direnişi sırasında ortaya çıkan duvar yazılarıyla, sokak sanatıyla, fotoğraflarla ve diğer görsel çalışmalarla zaten çok çarpıcı bir şekilde yapılmış olması. İkinci neden ise bienalde yer alan işlerin aslında kamusal alanla pek de alakalı olmaması ve genel olarak kavramsal sanat işlerinin vatandaşa, ‘bu şimdi sanat mı?’ dışında herhangi bir mesaj verememesi. Salt Beyoğlu’nun giriş katının neredeyse tamamını kaplayan Diego Bianchi isimli sanatçıya ait tuhaf ‘yerleştirme’, kamusal alanla ilgili herhangi bir mesaj veremeyen işler arasından ön plana çıkanlardan biri. Bu işle ilgili Salt’ta herhangi bir bilgilendirme olmadığından dolayı bienal rehberine bakmamız gerekiyor. Maalesef bienal rehberindeki açıklamada da bu işin, kamusal alanın toplumsal mücadeleler, sanat ve siyaset açısından önemiyle nasıl bir alakası olduğu açıklanmıyor ve ‘Dükkan vitrinlerinin veya sokak tezgahlarının yapısını eserine uyarlayan sanatçı, bulunmuş nesnelere veya ‘alt sınıf’ olarak nitelendirilebilecek döküntülere sığınak oluşturan sürrealist bağlantılar tasarlıyor: değerini veya işlevini kaybetmiş ve dolaşımdan kaldırılmış metalar.’4 şeklinde karışık, zor ve kimi zaman düşük cümleler kuruluyor.
Odak noktasını kamusal alan olarak belirlemiş 13. İstanbul Bienali’nde, bizzat İstanbul’un kamusal alanlarında yaşanan devlet baskısına dair neredeyse hiçbir iş görememek hayal kırıklığı yaratan bir başka durum. Türkiye’de ve bienale evsahipliği yapan İstanbul’da kamusal alanlar siyasi anlamda gayet önemli yerler olmakla birlikte özellikle son zamanlarda kamusal alanlarda siyasi, toplumsal ve benzeri başka nedenlerle eylem düzenlemek veya yürüyüş yapmak isteyenler devlet baskısıyla karşılaşıp ya dayak ya da gaz yedi. Üstelik kamusal alana uygulanan baskı Gezi Direnişi öncesinde, bienalin ‘kavramsal çerçevesi’ açıklandığı dönemde de pekala geçerliydi.
Bienal rehberinin girişinde Fulya Erdemci uzun uzun Gezi Direnişi’ni anlatıp, öneminden bahsediyor. Tabi bu bahis ilginç bir tezat oluşturuyor çünkü Gezi Direnişi, 13. İstanbul Bienali’nin seçilen işler ve anlatım dili nedeniyle sıradan vatandaştan ne kadar uzak olduğunu gayet çarpıcı bir şekilde ortaya çıkarmakla kalmadı, galeri duvarlarına hapsedilmiş kavramsal sanatın bir grup küratör ve sanatçı dışında kimseyi etkileme gücü olamayacağını da gözler önüne serdi.
Gezi bir sanat etkinliği değildi ve bu nedenle bir bienalle kıyaslanması kesinlikle doğru değil fakat Gezi olayları sırasında ve sonrasında İstanbul’da gerçekleşen çeşitli performanslar ve sanatsal işler, kamusal alanda yapılan sanatın topluma olan etkisini eşsiz bir şekilde bize sundu. Bu nedenle bienali değerlendirirken, ziyaretçilerin aklına kazınmış ve sadece 3 ay önce gerçekleşmiş, ülke tarihinin en büyük sivil itaatsizliği olan Gezi’yi göz önünde bulundurmamak doğru olmaz. İzleyiciler tarafından ‘Duran Adam’ olarak adlandırılan Erdem Gündüz’ün muazzam performansından, İstanbul Fındıklı’da görsel sanatın en basit ve masum eylemi olan boyamayla renklendirilen merdivenlere, kamusal alanda sanatın, toplumun büyük kesimlerine hitap edebileceğini ve dönüştürücü olabileceğine tanık olduk.
Solda, Salt Beyoğlu’nda yer alan Diego Bianchi yerleştirmesi ve sağda, Fındıklı’da gökkuşağı rengine boyanan merdivenlerden biri
Eğer Gezi Direnişi öncesinde bienal programına dahil olan, kamusal alanda yapılması planlanan sanat projeleri iptal edilmemiş olsaydı, bu etkinlikleri de deneyimleyip çeşitli yorumlar yapabilecektik. Bu projelerin Fulya Erdemci’nin anlattığı gibi bienal ekibinin seçimi doğrultusunda Gezi’ye saygıdan dolayı mı iptal edildiği ya da gerekli merciler izin vermediği için mi kamusal alandan vazgeçildiği şimdilik pek de belli değil. Fulya Erdemci’nin Bienal rehberindeki açıklaması bana ikna edici gelmedi: ”…kamusal alan sorunsalını irdeleyen bu projeleri bu koşullarda gerçekleştirmenin onların varlık nedenleriyle karşıtlık oluşturabileceğine, bu anlamda da ‘gerçekleştirilmemelerinin’ daha güçlü bir politik öneri olacağına kanaat getirdik ve kentsel kamusal mekanlardan çekilerek kamusallık üzerine tartışmamızı sergi mekanlarında sürdürmeye karar verdik.”5
Bu karar, Gezi olayları sonrasında devletin kamusal alanda uyguladığı baskıyı arttırmasından dolayı Bienal kapsamında yapılacak bazı sanat projeleri yüzünden, Bienal sponsoru olan Koç ve Eczacıbaşı gibi zengin aile şirketlerinin hükümetle ters düşmemeleri için alınmış gibi gözüküyor. Zira, Fulya Erdemci’nin rehberde uzun uzun bahsettiği Gezi Direnişi’nden de görebileceğimiz üzere, kamusal alanda ‘gerçekleştirilmeyen’ etkinlikler daha güçlü bir siyasi öneri olmuyor. Zaten sıradan vatanadaşla ilişki kuramayan kavramsal sanatı kapılar ardına kapatıp, kamusal alanda ortaya çıkabilecek siyasal, toplumsal veya sanatsal bir tartışmayı başlamadan bitiriyor.
Sonuç olarak bu sene kamusal alana odaklanan 13. İstanbul Bienali’nin, Türkiye tarihinin en büyük sivil eylemi olan Gezi Direnişi’nden 3 ay sonra açılmasının kendi adına büyük bir talihsizlik olduğunu söylemek mümkün. Gezi’den sonra, kapalı kapılar ardında gerçekleştirilen bir bienalin kamusal alana dair ciddi bir tartışma yaratamayacağı ortada. Herşeye rağmen 13. İstanbul Bienali’nde bu sene sergilenen en etkileyici, renkli ve kışkırtıcı çalışma olan Halil Altındere’nin Harikalar Diyarı isimli işi ve Galata Rum Okulu’nun en üst katında sergilenen, sermaye-medya-kentsel dönüşüm ilişkilerini ifşa eden Mülksüzleştirme Ağları gibi ziyaretçilerin ilgisini çekebilecek bazı yer alıyor.
Bu sene aldığı yorumlar ve eleştirilerle kendini geliştireceğini umduğumuz İKSV’den 2014’ün son çeyreğinde düzenleyeceği 2. İstanbul Tasarım Bienali’nde daha başarılı bir çalışma bekliyoruz.