Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

16 Kasım 2013 Cumartesi

Oda Tv Haber



13. İstanbul Bienali 14 Eylül'de başladı.

                                                                             17 Kasım 2013 Pazar


Dünyadan sanatçıların biraraya geleceği Bienal'in bu seneki başlığı "Anne ben barbar mıyım".
Konumuz önemli bir sanat toplantısı olduğunu iddia eden Bienal onuruna Comtemparary İstanbul'un verdiği parti.
Neden mi?
Davetsiz, partisiz, törensiz kapılarını açtığı İKSV tarafından duyurulan Bienal'in onuruna verilen parti Mama Shelter Rooftop'ya yapıldı.
Ne var bunda diyebilirsiniz...
Ama durun, nerede olduğunu söylersek hak vereceksiniz.
Beyoğlu Demirören AVM'de.
Bu ayıp değil mi? Koskoca İstanbul'da başka yer bulamadınız mı?
Daha bir yıl bile önce bile değil; sanatçıların, gazetecilerin, yazarların Demirören'in önünde eylem yaptıklarını, Emek Sineması'na sahip çıktıklarını, Demirören'i yumurtaya buladıklarını, "Emek'ten çıkın, Demirören'i yıkın" diye slogan attıklarını unuttular mı? Bu yaptıkları protesto için polisten nasıl dayak yediklerini, hala yargılandıklarını bilmiyorlar mı? Hadi hepsini geçtik, Gezi Parkı direnişinde AVM'lerin, özellikle Taksim'in ortasına zevksizce dikilen ve iki katının kaçak olduğuna dair bilimsel raporlar olan Demirören'in boykot edildiğini duymadılar mı?
Herhalde organize edenler de utanmış olacak davetiyeye Demirören yazmaya utanmış:

Ortada bir sanat toplantısı, alternatif sanatçıların katıldığı bir organizasyon olmasa anlayacağız. Kim mi var partiyi düzenleyen Contemparary'nin başında. Resmi sitelerinden aktaralım: "Ali Akay, Bingül Cerrahoğlu, Can Elgiz, Çetin Güzelhan, Çiğdem Simavi, Leyla Alaton, Nuri Çolakoğlu, Oktay Duran, Şerif Kaynar, Tarık Ersin Yoleri, Hasan Bülent Kahraman".

Kısacası sanat, gazetecilik camiasının yakından tanıdığı isimler. Kısacası bu parti pek şık olmadı.

Odatv.com

21 Ekim 2013 Pazartesi

SES Türkiye



Sanatçılar Gezi protestoları ve kentsel değişimden ilham alıyor

Gezi Parkı olayları ve büyük çaplı yeniden geliştirme çalışmalarının etkileri açık bir biçimde ele alınıyor.

SES Türkiye adına İstanbul'dan Burak Sayın'ın haberi -- 14/10/13

İstanbul - doğu ve batı, köylü ve kentli, Oryantal ve Avrupalı, Boğaz'ın huzur veren ortamı ve şehir hayatının keşmekeşi gibi - zıtlıkları uzun zamandır bünyesinde barındıran bir şehir.


İstanbul - doğu ve batı, köylü ve kentli, Oryantal ve Avrupalı, Boğaz'ın huzur veren ortamı ve şehir hayatının keşmekeşi gibi - zıtlıkları uzun zamandır bünyesinde barındıran bir şehir.

Süregelen bu çelişki, son dönemdeki Gezi Parkı protestolarını ve zaman zaman tartışmalara sebep olan kentsel dönüşüm projelerini ele alan eserlerin sergilendiği "Anne, ben barbar mıyım?" başlıklı 13. İstanbul Bienali'nde yansıtılıyor.

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğretim elemanlarından İnsel İnal, Bu yaz ülke gündemine oturan hükümet karşıtı protestoların, sokaklarda yeni bir sanatsal ifade biçimi yarattığını ve Bienal'in esasen bunun yanında sönük kaldığını söyledi.

SES Türkiye'ye demeç veren İnal, "Siyasi meseleleri tartışmak riskini almayıp, sanatı kapalı kapılar ardına kilitliyorlar. Hayat bundan daha yaratıcı ve hızlı. Sanat, gerçeklik kavramımızı daha duyarlı kılıp bizi sorgulamaya sevketmek için önümüzde yeni algı kapıları açmalıdır. Fakat en önemlisi, bize yeni ve daha iyi bir dünyanın ipuçlarını vermelidir." dedi.

Sanat etkinliğinin amacını, kamusal alanın siyasi bir forum olarak kullanımını incelemek ve sanat-edebiyat ilişkisine odaklanmak olarak açıklayan küratör Fulya Erdemci, "barbar" teriminin, anlaşılamayan bir dile, ötekinin diline atıfta bulunduğunu ifade etti.

Erdemci, kamusal alanın siyasi bir forum olarak kullanılmasını "oldukça tartışmalı bir kavram" diye nitelendirdi.

Sergilenen eserlere eşlik eden açıklamasında Erdemci, "Bugün, İstanbul’da örneğin, iyi bir vatandaş olmak ne demektir? Vatandaşların birbirlerine karşı, özellikle de en zayıf ve en dışlanmışlar da dahil olmak üzere, sorumluluk hissettikleri ve bu sorumluluğu yüklendikleri yeni bir toplumsal sözleşme hayal edemez miyiz?" ifadelerini kullandı.

Küratör, etkinliğin "Süregelen kentsel dönüşümlerin, bu 'savaş meydanı'nın ortasında, vatandaş olmak statükoya uymak mıdır, yoksa sivil itaatsizlik eylemlerine katılmak mı?" sorusunu yönelttiğine değindi.

Galeri Nev'in kurucusu Ali Artun ise bazı çalışmaları eleştirdi.

SES Türkiye'ye konuşan Artun, "Bugün David Cameron ve Angela Merkel gibi nüfuz sahibi Avrupalı liderler bile, Zizek'in uzun zaman önce açıklamış olduğu gibi, çok kültürlülüğün ırkçılığı desteklediğini düşünüyor. Bienal'de ziyaretçileri sıkan çalışmaların büyük bölümü, sanatı kullanıp bu eserleri ziyaretçilere sergileyerek anılarını ve tecrübelerini anlatma ayrıcalığına sahip olduklarını düşünen sanatçılara ait." dedi.

Sanatçı, İstanbul'un bir kent ve bir kültür merkezi olarak büyümesinin birbirinden ayrılamayacağını belirtti.

Artun, "Bienallerin, günümüzde kentlerin küresel popülaritesi açısından önde gelen ortamlar olduğu ve sanat piyasalarının da kentlerin markalaşması için bir platform teşkil ettiği açık." dedi.

Toplam 88 sanatçının eserlerine yer veren Bienal 20 Ekim'de sona erecek.

Etkinliğin sponsorlarına ait şirketlerin, kentsel yeniden yapılandırma projelerinde yer aldığına dikkat çeken İnal şu yorumda bulundu:

"Onlar için bu sadece pazarlama ve aynı zamanda da günah çıkarma. Her iki tarafın da en iyi yönlerinden yararlanmak."

Agos Gazetesi


İstanbul Bienali’ne Gezi Eleştirisi

Agos Gazetesi
20 Eylül 2013

For english please click


13.'sü düzenlenen İstanbul Bienali, “Anne Ben Barbar Mıyım?” başlığıyla 14 Eylül’de kapılarını ziyaretçilerine açtı. Fakat Gezi’den önce açıkhava çalışmalarına da yer verecek olan Bienal’in bu kararından vazgeçmesi halen tartışmalara yol açıyor. David Batty yazdı, Halit Yerlikhan çevirdi.


                                                                             
An itibariyle Türkiye'de “sanat için sanat” günleri sona ermiş durumda. Bu yakınlarda Taksim Meydanı'nda gerçekleşen protestolara yönelik olarak alınan tedbirler, ülkenin en önemli çağdaş sanat etkinliği olan İstanbul Bienali'nin geçen haftaki açılışını görünmez kılma tehlikesini yarattı. Sokak çatışmalarına alışık olmayan uluslararası sanat çevreleri, tertip edilen partilerle, hususi ziyaretler arasında mekik dokurlarken, çevrelerini, ortamı hiç de estetik olmayan bir biçimde aydınlatan göz yaşartıcı gaz bulutlarının kaplayışına şahit oldular.

Basının olayları kamuoyuna yansıtmaya başlamasıyla, sükûnet iklimi ülkeye ve alanlara yeniden hâkim oldu. Ancak bu yıl 88 yerli ve yabancı sanatçıyı ağırlayan İstanbul Bienali, yaşanan siyasi hadiselerce gölgelenmekten kaçınmaya çabalarken, başkaca bir ihtilafın odağına yerleşiverdi. Anne, Ben Barbar Mıyım? başlıklı bu yılki etkinlik, giderek otoriterleşen Recep Tayyip Erdoğan iktidarına karşı biriken hoşnutsuzluğu ziyadesiyle yansıtmakta. Türkiyeli sanatçı Halil Altındere'nin Harikalar Diyarı isimli filmi, ev fiyatlarını on kat arttıran dönüşüm ve yenileme çalışmaları nedeniyle, geçmişten bu yana ikamet ettikleri Sulukule'den ayrılmaya zorlanan Roman topluluğunun gençlerinin yaşadıkları öfke ve hayal kırıklıklarını konu alıyor.

Hollandalı ikili Wouter Osterholt ve Elke Uitentuis'in fotoğraflarıysa, Kars halkının da yardımlarıyla Ermenistan sınırında nasıl yeni bir barış anıt inşa ettiklerini gösteriyor. Türkiyeli bir sanatçı tarafından yapılan eski anıt, Erdoğan tarafından “ucube” olarak nitelenmesi akabinde, henüz tamamlanmadan yıkılmıştı.

Hâlihazırda yapılan etkinlikler, Bienal küratörü Fulya Erdemci'nin Ocak ayında önerdiği orijinal programdan farklılaşmakta. Orijinal plan, şehrin en ihtilaflı bölgelerinin bir kısmında çalışmalar yapan sanatçıların çalışmalarını ihtiva ediyordu. Ancak Mayıs ayında, aralarında sanatçı, aktör, yazar ve müzisyenlerin de bulunduğu binlerce insanın Taksim Meydanı'nda toplanmasıyla birlikte her şey değişti: Meydanın hemen bitişiğindeki Gezi Parkı'nı hedef alan yenileme planına karşı gösteriler yapılmaya başlandı. Haziran ayında meydanın vahşi bir biçimde göstericilerden temizlenmesini müteakip, Bienal taktik bir geri çekilmede bulunma kararı aldı. Şu an sergi, İstanbul'un köklü galerilerinden Arter ve Salt'ın da yer aldığı, şehrin ışıl ışıl, capcanlı muhitlerinden olan İstiklal Caddesi'nde meraklılarıyla buluşuyor. Erdemci, serginin Gezi'nin yarattığı politik iklime hitap ettiği konusunda hayli kararlı, “hepinizden sokaklardan yükselen sese kulak kabartmanızı istiyorum” diyor.

Erdemci, Bienalin de İstanbul'un mutenalaştırılması politikalarının kurbanı olduğunu iddia ediyor; Bienalin asli sergi alanı olan Antrepo 3'ün “beş yıldızlı bir otel veya bir alışveriş merkezi yapılması” kararının alındığını söylüyor. Serginin girişinde ziyaretçileri karşılayan ilk sanat eseri, bir vince asılı duran, serginin düzenlendiği binaya yönelmiş bir yıkım güllesi. Türkiyeli sanatçı Ayşe Erkmen'in tasarladığı ve “bangbangbang” olarak adlandırdığı bu eser, Erdemci'nin ifadesiyle, onlara ve ziyaretçilere “bu alanı son kez kullanabileceklerini” hatırlatan saat ayarlı bir bomba olma hüviyetini taşıyor.


Lakin bazı yerel sanat eleştirmenleri ve sanatçılara göre Bienalin, kamusal alanı nasıl daha etkili bir biçimde dönüştürebilecekleri konusunda Taksim eylemcilerinin deneyimlerinden yararlanma ve onlardan öğrenme fırsatını kaçırmaması gerekiyordu. Tate Müzeler Kurumu tarafından desteklenen ve mülteciler için alternatif bir sanat okulu olan Sessiz Üniversite projesini yürüten sanatçı Ahmet Öğüt, “Bir yerlerden izin koparmaya çalışmak, e-mailler göndermek vakit kaybıdır. Gezi'de bunun tam tersi yapıldı. İnsanlar doğaçlama bir biçimde harekete geçtiler; kolektif olarak organize olmak hususunda hayli hızlı ve de etkiliydiler. Bienal bu deneyimden beslenebilirdi” diyor.

Yeditepe Üniversitesi'nde çağdaş sanat kuramı hocası olan Marcus Graf ise şunları söylüyor: “Şehrin hayhuyundan uzak durup, seçkin bir galeride sergi açmak fikri bana doğru gelmiyor. Burada sunulan her şey, sanata ve kültüre ilişkin güncel trendleri takip edenler tarafından zaten onaylanıp, kabulleniliyor. Bence Bienalin aldığı karar büyük bir yanlıştı ve bir fırsatın kaçırılması anlamına gelmekteydi”.

Bienali çevreleyen gerilimli siyasi atmosfer göz önüne alındığında, Bienaldeki en etkili eserlerin bir kısmının, sanat dünyasının karanlık veçhesine ilişkin olanları olması şaşırtıcı olmamalı. Bienalde Berlinli sanatçı Hito Steyerl'in, PKK'ye katılmış bir arkadaşının devlet güçleri tarafından infaz edildiği, Türkiye'nin güneyindeki bir çatışma alanında bulunan mühimmatın kaynağına ilişkin yapmış olduğu araştırmayı aktardığı bir video kaydı bulunuyor. Steyerl, bu kayıtta sanat dünyasıyla, bienalin sponsorlarından olan Koç Holding'in de dâhil olduğu savunma şirketleri arasındaki ilişkilere değiniyor.

Bir başka Alman sanatçı, Christoph Schäfer, sanatçıların toplumsal bir değişim yaratma gücünü örnekleyen nispeten olumlu bir misal veriyor. Kendisi 90'lı yılların ortalarından bu yana Hamburg'daki Park Fiction'ın işletilmesine yardımcı oluyor. Park Fiction, Hamburglu yerel direnişçilerin, söz konusu mekânın özel girişimcilere tahsis edilmesine mani olmak ve halka açık bir alan yaratmak için bir araya geldikleri bir inşa projesi olma hüviyeti taşıyor. Schäffer, Bienal'de, Gezi Parkı dağıtıldıktan sonra eylemcilerin toplandıkları diğer tüm İstanbul parklarının büyük ölçekli kavramsal çizimleriyle yer alıyor. Schäfer, yerelleşmiş kentsel mücadelelerin yeni direniş formları geliştirmek açısından kilit bir öneme sahip olduğunu söylüyor: “Londra, Hamburg, İstanbul gibi şehirlerde hep aynı 'Gezifikasyon' hadisesiyle karşı karşıyayız. Kentli protestocular, sosyal medyayı kullanmaktaki maharetleriyle, bizlere, gelecekte toplumsal özgürleşim hareketlerinin nasıl iş görebilecekleri ve kamusal alanların siyasi dönüşümü amaçlayan ne tür yeni mücadele ittifaklarının şekillenmesine ev sahipliği yapabileceğini gösteriyor”. Bienal'in iptal edilen programının küratörlerinden Andrea Phillips, serginin sancılı oluşum sürecinin kendisini sanatsal kurumların siyasete ilişkin tavrının ne olması gerektiğine ilişkin yeniden düşünmeye sevk ettiğini dile getiriyor. Londra'daki Goldsmiths Üniversitesi'nde güzel sanatlar okutmanı olan Phillips, şunları söylüyor: “Politikacılık oynamayı sürdürüp sürdürmeyeceğimize karar vermemiz ve kendimizi daha başka bir biçimde konumlandırmamız gerektiğini idrak etmemiz gerekiyor. Sanatın bu seyreltik dünyasındaki konumunuzu kabullenmekle yetinirseniz, hiçbir şeyi değiştiremezsiniz. İşlerimizi halklar yararına uzun erimli değişimler elde etmeyi mümkün kılacak şekilde nasıl planlayabileceğimizi düşünmeye ihtiyacımız var”.

İngilizceden kısaltarak çeviren Halit Yerlikhan. Yazının orijinali için


David Batty, Guardian ve Observer’da haber editörü ve muhabir.DAVİD BATTY

İNCELEME: 13. İSTANBUL BİENALİ




‘Anne, ben barbar mıyım?’ başlıklı 13. İstanbul Bienali, açılışından aylar öncesinden ismi, sponsorları, konusu, grafik tasarımı ve başka konular nedeniyle çeşitli merciler tarafından birçok eleştiriye maruz kaldı. Peki bu kadar eleştiri neden?

Eczacıbaşı Holding kontrolünde bulunan İKSV tarafından düzenlenen İstanbul Bienali Türkiye’nin uluslararası alanda en itibarlı ve ünlü sanat etkinliği. Dünyanın farklı yerlerinden güncel sanatçıların davet edildiği İstanbul Bienali, modern ve çağdaş sanat alanında uluslararası seyircinin ilgisini çekebilecek dünyaca ünlü sanatçıların işlerinden yoksun Türkiye için oldukça önemli bir olay. Ayrıca kabul edilmeli ki, New York, Londra, Paris gibi şehirlere kıyasla, yok denecek kadar az sanat müzesi ve sergisine sahip İstanbul’da bienal, sanatseverler tarafından iştahla beklenen bir etkinlik.



Antrepo 3 Giriş Alanı

Hal böyle olunca, sanatla ilgilenen çevreler halka açık ve İstanbul adını taşıyan bir etkinliğin daha başarılı olabilmesi için kendi fikirlerini eleştiri ve tavsiye yoluyla İKSV’ye iletmeye çalışıyor. Bienal her ne kadar İKSV tekelinde olup, mali desteğini Başbakanlık Tanıtma Fonu, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na ek olarak Eczacıbaşı, Koç Holding vb. özel şirketler tarafından da alsa, sahip olduğu ‘İstanbul Bienali’ ismi nedeniyle Türkiye ve özellikle İstanbul ahalisine karşı hesap verebilir bir konumda olmalı. Zira böyle bir sorumluluk almayan bir etkinliğin ismi İstanbul Bienali yerine, Koç-Eczacıbaşı Güncel Sanat Sergisi de olabilir. Bu nedenle İstanbul Bienali ve bienali düzenleyen ekibe yapılan eleştiriler gayet önemli olmakla birlikte kesinlikle İKSV tarafından dikkate alınmalıdır.

13. İstanbul Bienali’ne karşı birçok eleştiri var fakat bunları televizyon, gazete gibi popüler iletişim araçlarında görmek pek de mümkün değil. Bu tarz mecralarda, sanat etkinliğini düzenleyen kurumun dağıttığı basın bülteninde yazanlar dışında bir yorum veya inceleme neredeyse hiçbir zaman yer almıyor. Bienalin içeriği ve düzenlenişiyle ilgili yorumlar, incelemeler, eleştiriler bir kenara, sonu karakolda biten, 13. İstanbul Bienali başlamadan önce bienalle ilgili bazı ön çalışma etkinliklerinde yapılan protestolarla ilgili haberler medyada neredeyse yok denecek kadar az yer aldı. Artık ana akım medyadaki bienal incelemesi ve eleştiri eksikliğinden midir bilinmez, bienalde bazı ciddi sorunlar ortaya çıkıyor.

Küratörün sanat yapma çabası?

Bu sorunlardan ilki, bienalin başlığı ve etkinlik malzemelerinde (kitap, poster, afiş) yer alan grafik tasarımı. İlk bakışta ‘Anne Ben Barbar mıyım?’ başlığı bienalin ele aldığı konu olan kamusal alanla ilgili hiçbir şey ifade etmiyor. Bienalin neden böyle bir başlığa sahip olduğunu anlamak için bienal rehberinde küratör Fulya Erdemci’nin giriş yazısını okumak gerekiyor. Bu yazıda barbar kelimesinin antik Yunan medeniyetinden ortaya çıktığı ve bu kelimenin öteki, yabancı ve bastırılmışı tanımlamak için ortaya atıldığı anlatılıyor. Fakat barbarlığın, öteki olmanın, yabancılığın ve bastırılmış olmanın bienalin esas konusu olan kamusal alanla doğrudan bir alakası olmaması nedeniyle, ‘Anne Ben Barbar mıyım?’ başlığı maalesef açık bir anlam ifade etmemeye devam ediyor. Bu başlık sıradan bir ziyaretçiye hitap etmekten ziyade güncel sanat sergilerinde sıkça görülen ‘karışık ve anlaşılmaz’ metinlerden biri gibi görünüyor. Bienal için bir başlığın gerekli olup olmadığı tartışması bir kenara, küratörün bienal başlığı olarak ancak uzun paragraflar, tarihsel, felsefi ve akademik bilgilerle açıklanabilecek bir cümleyi seçmesi, ziyaretçinin kafasını karıştırmaktan başka pek bir işe yaramıyor.

Doğrudan karşımıza çıkan bir başka tuhaflık ise Bienal’in görsel malzemelerinde kullanılan grafik tasarımı. Kullanılan tasarım, bienalin kamusal alan fikrinden yola çıkarak düşünüldüğünde İstanbul’un plansız ve çirkin yapılaşmasını çağrıştırıyor. Fakat bienal afişlerinin, ilanlarının ve diğer görsel malzemelerinin böyle bir çağrışım yaratma çabasına gerek var mı? Zaten bienalde yer alan işler vasıtasıyla ziyaretçiye verilecek bir takım mesajların afişler ve ilanlar üzerinden düzensiz ve karışık bir grafik tasarımla verilmeye çalışılması güncel sanat sergilerinde sıkça rastlanan, küratörün sanat yapma çabası olarak yorumlanabilir. İKSV’nin genelde çok başarılı bir şekilde devam ettirdiği grafik tasarım çizgisi, 13 İstanbul Bienali’ndeki görsel tasarımı nedeniyle zayıf bir kurumsal kimlikle temsil edilmesine neden oluyor.




Bienal Rehberine Muhtaç Kalmak

İKSV bienal için 5 liraya satılan, orta boy bir kitap kalınlığında bir rehber hazırlamış. Bu rehber bienali anlamak için büyük öneme sahip çünkü bienal mekanlarının neredeyse hiçbir yerinde, eser adı, sanatçı adı ve kullanılan malzemeler dışında sergilenen eserleri anlatan bir bilgi yok. Eğer 20 liralık bienal turuna katılmadıysanız, bienaldeki işleri anlamak için rehberi açıp okumanız gerekiyor. Bu da en azından 350 sayfalık bir okuma yükü anlamına geliyor (neyseki sayfaların yarısında fotoğraf var). Sergilenen işleri anlamak isteyen ziyaretçi keyifli bir bienal deneyimi yaşamaktan ziyade, merak ettiği işler hakkındaki bilgileri elindeki rehberden okumaya mahkum bırakılıyor ve sergilenen eser sayısı göz önünde bulundurulduğunda masum bir bienal ziyareti, saatler süren küçük çaplı bir işkenceye dönüşüyor.

İstiklal üzerinde yer alan Salt ve Arter’in bienal mekanlarına dahil edilmesi keyifli bir sonuç vermiş. İstiklal’den başlayıp buradaki sergi mekanlarını gezdikten sonra, Galata’ya inip, Galata Rum Okulu’nu ve buradan da Tophane’deki Antrepo 3’e gitmek İstanbul’da gezilebilecek en güzel rotalardan biri. Fakat bienal mekanlarında, bir sergi alanından diğerine nasıl gidileceğini gösteren bir harita yer almadığı için İstanbul Bienali’ni ziyaret eden turistlerin diğer bienal mekanlarını bulabilmek için bir bienal rehberi almaları gerekiyor (bir basım ve tasarım hatasından dolayı sergi rehberini almış turistlerin haritada Antrepo’yu görememe ihtimali olması da bir başka sorun). Bienal mekanlarına İstanbul’u bilmeyen turistler için açıklayıcı birer bienal haritası yerleştirmek yabancı ziyaretçileri oldukça rahatlatabilirdi. Yukarda bahsi geçen mekanlara uzak, Taksim – Karaköy ekseninde yer almayan, Süleymaniye’de bulunan 5533 isimli bienal mekanı ise ilginç bir seçim olmuş. Bienalin önümüzdeki senelerde İstanbul’un bu bölümlerine uğraması heyecan verici bir gelişme olabilir fakat etkinliğin şimdiki haliyle bu 5. mekan diğer galerilere uzak ve dışlanmış görünüyor.

Özensizlik

Bienal Direktörü Bige Örer Radikal’e verdiği bir röportajda1 İstanbul Bienali’nin bu büyüklükte diğer uluslararası sanat etkinlikleriyle kıyaslandığında, özellikle yeterli devlet desteği olmaması nedeniyle, en düşük bütçeli etkinlik olduğundan bahsediyor.

Türkiye’de, Selçuklu Devleti’nin kazandığı 1071 Malazgirt Şavaşı’nı, Malazgirt Ovası’na 1071 tane Alparslan isimli çocuk götürüp (Malazgirt Savaşı’nı kazanan Selçuklu sultanına ithafen) onları özel siparişle yaptırılan 71 adet kıl çadırda konaklatarak kutlayan bir Kültür ve Turizm Bakanlığı var. Üstelik herhangi bir kültür veya turizm geçmişi olmayan, siyasi bilimler okumuş, başbakanın siyasi danışmanlığını yapmış, siyaset bilimi, strateji ve dış siyaset konularında uzman olan, uzun lafın kısası ne kültürle ne turizmle bir alakası olmayan Ömer Çelik, Kültür ve Turizm Bakanı olarak görev yapıyor. Hal böyle olunca, Malazgirt Ovası’na götürülen 1071 Alparslan’ın her birini tek tek arayıp davet ettiği gibi tuhaf iddialara2 konu olan bir Kültür ve Turizm Bakanı’nın, İstanbul Bienali gibi uluslararası bir etkinliğe yeterli desteği sağlayamaması hiç de şaşırtıcı değil.



Solda, uçan modem ve sağda, kaldırımı tıkayan tabelaler

Parasal sıkıntılara rağmen bienalde göz ardı edilemeyecek bazı özensizlikler var. Bunlar arasında benim gözüme çarpanlardan biri, Galata Rum Okulu’nun girişinde, üst kattan aşağıya sarkan modemdi. Galata Rum Okulu’na bir hafta arayla iki kez gitmeme rağmen modemin yukarıdan aşağıya sarkan pozisyonu hiç değişmedi. Tabi modemin bu duruşuyla ortaya çıkan özensiz görüntü, modemin altında, giriş katında yer alan ve Koç Holding’in gururla sunduğu rehberli turların yazılı olduğu afişle ilginç bir tezat oluşturuyor.

Galata Rum Okulu’nun girişinde yer alan iki büyük tabela ise kaldırımdan yürüyen yayaların yolunu kesen engeller olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle kaldırımda ağaç için açılan minik çukurlardan, bu tabelaların yerleştirildiği yerler ve boyutlarından dolayı tekerlekli sandalye kullanan vatandaşların kaldırımın bu bölümünü kullanması engelleniyor. Sokaktan geçenler için bienal mekanının yerini belli etmek güzel bir şey fakat bu iş kaldırımı tıkamadan, binaya asılacak flamalar aracılığıyla da yapılabilir.

Kamusal Alan, Bienal ve Güncel Sanat 

Bige Örer’in rehberde yer alan önsözünde bahsettiği gibi 13. İstanbul Bienali ‘kamusal alanın toplumsal mücadeleler, sanat ve siyaset açısından gücüne odaklanıyor.’3 Fakat bu odaklanma nasıl bir sonuç veriyor ve bienali ziyaret eden vatandaşa nasıl yansıyor?

Kanımca Gezi olaylarının gölgesinde kalan bienal, kamusal alanların toplumsal mücadele açısından önemine ve gücüne dair herhangi bir vurgu yapamıyor. Bunun birinci nedeni bu vurgunun Gezi direnişi sırasında ortaya çıkan duvar yazılarıyla, sokak sanatıyla, fotoğraflarla ve diğer görsel çalışmalarla zaten çok çarpıcı bir şekilde yapılmış olması. İkinci neden ise bienalde yer alan işlerin aslında kamusal alanla pek de alakalı olmaması ve genel olarak kavramsal sanat işlerinin vatandaşa, ‘bu şimdi sanat mı?’ dışında herhangi bir mesaj verememesi. Salt Beyoğlu’nun giriş katının neredeyse tamamını kaplayan Diego Bianchi isimli sanatçıya ait tuhaf ‘yerleştirme’, kamusal alanla ilgili herhangi bir mesaj veremeyen işler arasından ön plana çıkanlardan biri. Bu işle ilgili Salt’ta herhangi bir bilgilendirme olmadığından dolayı bienal rehberine bakmamız gerekiyor. Maalesef bienal rehberindeki açıklamada da bu işin, kamusal alanın toplumsal mücadeleler, sanat ve siyaset açısından önemiyle nasıl bir alakası olduğu açıklanmıyor ve ‘Dükkan vitrinlerinin veya sokak tezgahlarının yapısını eserine uyarlayan sanatçı, bulunmuş nesnelere veya ‘alt sınıf’ olarak nitelendirilebilecek döküntülere sığınak oluşturan sürrealist bağlantılar tasarlıyor: değerini veya işlevini kaybetmiş ve dolaşımdan kaldırılmış metalar.’4 şeklinde karışık, zor ve kimi zaman düşük cümleler kuruluyor.

Odak noktasını kamusal alan olarak belirlemiş 13. İstanbul Bienali’nde, bizzat İstanbul’un kamusal alanlarında yaşanan devlet baskısına dair neredeyse hiçbir iş görememek hayal kırıklığı yaratan bir başka durum. Türkiye’de ve bienale evsahipliği yapan İstanbul’da kamusal alanlar siyasi anlamda gayet önemli yerler olmakla birlikte özellikle son zamanlarda kamusal alanlarda siyasi, toplumsal ve benzeri başka nedenlerle eylem düzenlemek veya yürüyüş yapmak isteyenler devlet baskısıyla karşılaşıp ya dayak ya da gaz yedi. Üstelik kamusal alana uygulanan baskı Gezi Direnişi öncesinde, bienalin ‘kavramsal çerçevesi’ açıklandığı dönemde de pekala geçerliydi.

Bienal rehberinin girişinde Fulya Erdemci uzun uzun Gezi Direnişi’ni anlatıp, öneminden bahsediyor. Tabi bu bahis ilginç bir tezat oluşturuyor çünkü Gezi Direnişi, 13. İstanbul Bienali’nin seçilen işler ve anlatım dili nedeniyle sıradan vatandaştan ne kadar uzak olduğunu gayet çarpıcı bir şekilde ortaya çıkarmakla kalmadı, galeri duvarlarına hapsedilmiş kavramsal sanatın bir grup küratör ve sanatçı dışında kimseyi etkileme gücü olamayacağını da gözler önüne serdi.

Gezi bir sanat etkinliği değildi ve bu nedenle bir bienalle kıyaslanması kesinlikle doğru değil fakat Gezi olayları sırasında ve sonrasında İstanbul’da gerçekleşen çeşitli performanslar ve sanatsal işler, kamusal alanda yapılan sanatın topluma olan etkisini eşsiz bir şekilde bize sundu. Bu nedenle bienali değerlendirirken, ziyaretçilerin aklına kazınmış ve sadece 3 ay önce gerçekleşmiş, ülke tarihinin en büyük sivil itaatsizliği olan Gezi’yi göz önünde bulundurmamak doğru olmaz. İzleyiciler tarafından ‘Duran Adam’ olarak adlandırılan Erdem Gündüz’ün muazzam performansından, İstanbul Fındıklı’da görsel sanatın en basit ve masum eylemi olan boyamayla renklendirilen merdivenlere, kamusal alanda sanatın, toplumun büyük kesimlerine hitap edebileceğini ve dönüştürücü olabileceğine tanık olduk.



Solda, Salt Beyoğlu’nda yer alan Diego Bianchi yerleştirmesi ve sağda, Fındıklı’da gökkuşağı rengine boyanan merdivenlerden biri

Eğer Gezi Direnişi öncesinde bienal programına dahil olan, kamusal alanda yapılması planlanan sanat projeleri iptal edilmemiş olsaydı, bu etkinlikleri de deneyimleyip çeşitli yorumlar yapabilecektik. Bu projelerin Fulya Erdemci’nin anlattığı gibi bienal ekibinin seçimi doğrultusunda Gezi’ye saygıdan dolayı mı iptal edildiği ya da gerekli merciler izin vermediği için mi kamusal alandan vazgeçildiği şimdilik pek de belli değil. Fulya Erdemci’nin Bienal rehberindeki açıklaması bana ikna edici gelmedi: ”…kamusal alan sorunsalını irdeleyen bu projeleri bu koşullarda gerçekleştirmenin onların varlık nedenleriyle karşıtlık oluşturabileceğine, bu anlamda da ‘gerçekleştirilmemelerinin’ daha güçlü bir politik öneri olacağına kanaat getirdik ve kentsel kamusal mekanlardan çekilerek kamusallık üzerine tartışmamızı sergi mekanlarında sürdürmeye karar verdik.”5

Bu karar, Gezi olayları sonrasında devletin kamusal alanda uyguladığı baskıyı arttırmasından dolayı Bienal kapsamında yapılacak bazı sanat projeleri yüzünden, Bienal sponsoru olan Koç ve Eczacıbaşı gibi zengin aile şirketlerinin hükümetle ters düşmemeleri için alınmış gibi gözüküyor. Zira, Fulya Erdemci’nin rehberde uzun uzun bahsettiği Gezi Direnişi’nden de görebileceğimiz üzere, kamusal alanda ‘gerçekleştirilmeyen’ etkinlikler daha güçlü bir siyasi öneri olmuyor. Zaten sıradan vatanadaşla ilişki kuramayan kavramsal sanatı kapılar ardına kapatıp, kamusal alanda ortaya çıkabilecek siyasal, toplumsal veya sanatsal bir tartışmayı başlamadan bitiriyor.



Sonuç olarak bu sene kamusal alana odaklanan 13. İstanbul Bienali’nin, Türkiye tarihinin en büyük sivil eylemi olan Gezi Direnişi’nden 3 ay sonra açılmasının kendi adına büyük bir talihsizlik olduğunu söylemek mümkün. Gezi’den sonra, kapalı kapılar ardında gerçekleştirilen bir bienalin kamusal alana dair ciddi bir tartışma yaratamayacağı ortada. Herşeye rağmen 13. İstanbul Bienali’nde bu sene sergilenen en etkileyici, renkli ve kışkırtıcı çalışma olan Halil Altındere’nin Harikalar Diyarı isimli işi ve Galata Rum Okulu’nun en üst katında sergilenen, sermaye-medya-kentsel dönüşüm ilişkilerini ifşa eden Mülksüzleştirme Ağları gibi ziyaretçilerin ilgisini çekebilecek bazı yer alıyor.

Bu sene aldığı yorumlar ve eleştirilerle kendini geliştireceğini umduğumuz İKSV’den 2014’ün son çeyreğinde düzenleyeceği 2. İstanbul Tasarım Bienali’nde daha başarılı bir çalışma bekliyoruz.




13 İstanbul Bienali'nin küratörü Erdemci: 
Bana devrim küratörü gibi davrananlara teşekkür ediyorum ama ben sergi küratörüyüm

T24

Özgür Duygu Durgun

Boğaziçi Üniversitesi’nin 150. Yıl etkinlikleri kapsamında gerçekleştirilen ’13. İstanbul Bienali : Anne Ben Barbar mıyım?’ başlıklı panelde yıl içinde birkaç defa protesto eylemlerinin ve hararetli tartışmaların hedefi olan Bienal bir kez daha tartışıldı.

Bienal’in küratörü Fulya Erdemci ve Boğaziçi Üniversitesi, Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Öğretim Üyesi Suna Ertuğrul’un katılımı ile Zafer Yenal’ın moderatörlüğünde gerçekleştirilen panelde sanat-sermaye ilişkisi, Bienal’in kurumsal sponsorluğunu Koç’un üstlenmesine olan tepki, Gezi olaylarından sonra Bienal’in daha önce kullanacağı açıklanan kamusal alanlardan çekilerek Arter ve Salt gibi güvenli ve konforlu mekanlara alınması gibi bir dizi hararetli tartışma yeniden gündeme geldi. Küratör Fulya Erdemci, anımsatılan bu eleştirilerin pek çoğunun haklılık payı olabileceğini belirtirken protesto ve eleştirilerin ‘bağnazlık’ noktasına gelmemesi gerektiğini savundu

Son olarak geçen Mayıs ayında Kamusal Sanat Platformu tarafından ‘sanat-sermaye ilişkisi’ nedeniyle protesto edilen ve tatsız tartışmaların yaşandığı Bienal ile ilgili ‘sokaktan kopma, konforlu alana çekilme’ eleştirilerine ise şöyle cevap verdi Erdemci: ‘’Protestolar , sanat kapital ile yapılamaz gibi bağnazlık boyutuna geldiğinde düşünmek lazım. Eski Yunan’dan bu yana sanat iktidarların müdahale alanı olmuş. Rönesans İtalyası’nda Mediciler ortaya çıkmış. Sanat tertemiz bir odada yapılan bir şey değildir, sanat sistemin bir parçasıdır. Bugün kullandığımız akıllı telefonların üretiminde çocuk işçilerin çalıştırılmadığını nereden bilebiliriz? Ancak sanat diğer alanlardan farklı olarak kendi işleyişine eleştirel olarak bakan bir yapıdır. 1950’lerde sanatçılar sanatı galerilere hapsetmemek için sokağa çıktı…Sonuçta bu sorular haklı sorular ama ‘sanat kirli, onu öldürelim’’ gibi bir noktaya gelmemeli. Kaldı ki Bienalde sanat ve sermaye ilişkisini çok ciddi eleştiren işler de var’’.

'İstanbul’daki dönüşüm Bizans’tan Osmanlı’ya geçişten de şiddetli'

Fulya Erdemci, İstanbul’un son 10 yılına damgasını vuran kentsel dönüşümün Bizans’tan Osmanlı’ya, Osmanlı’dan ise Cumhuriyet’e geçişten daha şiddetli olduğunu belirterek; bu değişime paralel olarak aslında Güney Yarımküre’den Kuzey’e Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya artık tüm dünyada son 30 yıla yayılan bir zaman diliminde kentsel dönüşümle beraber eşitsizliklerin çoğaldığını; Occupy eylemleri, Gezi direnişi gibi eylemlerin ortaya çıktığını ve tüm bu hareketlerin yeni bir dünya arayışına işaret ettiğini söyledi. 

'Sanatçılardan özellikle Gezi ile ilgili iş istemedik'

Buradan hareketle Bienal’e özellikle dünyanın hızlı dönüşüm geçiren bölgelerinden sanatçıların davet edildiğini belirten Erdemci, dünyada sanat açısında da yeni jeopolitik değerler oluştuğuna dikkat çekti. Gezi olaylarına da değinen Erdemci, Bienal hazırlıklarına ve mekanlarına dair çok önceden başlayan bir karar süreci olduğunu belirtti. Gezi olayları sonrasında Bienal’in kamusal mekanları olarak daha önce düşünülen Gezi Parkı, Galata, Karaköy gibi alanlardan isteyerek çekildiklerini; Belediye’ye Bienal’i kullanma fırsatı vermek istemediklerini söyledi. Bienalin aslında yerel yönetim açısından büyük bir prestij ve gerek PR gerekse pazarlama açısından getireceğini belirten Erdemci bu süreçte sanatçılardan özellikle Gezi ile ilgili iş üretilmesini talep etmediklerini söyledi ve şöyle dedi: ‘Bunu bir jest olarak yaptık, bu sayede bu alanlarda olanların izlenmesi ve sokakların sesinin dinlenmesi gerektiğini düşündük."

‘Devrim küratörü değilim, sergi küratörüyüm’

Gezi ile Bienal’i karşılaştırmanın doğru olmayacağını belirten Erdemci, Bienal’in Gezi olaylarının yaşandığı kamusal alanlardan çekilmesinin boşluk yarattığına, Bienal’in bu boşluğu toplumla daha fazla iletişimle doldurması gerektiğine dair bir eleştiriyi ise ‘Gezi olayları belki yüzyılda bir olan, toplumsal dinamiği olan bir olay; Bienal ise iki yılda bir gerçekleştirilen kavramsal bir çerçevesi olan bir sergi. Bütün bu olanları paketleyip sergide sunmak her şeyden önce Gezi’ye haksızlık olurdu. Bana devrim küratörü gibi davrananlara teşekkür ediyorum ama ben sergi küratörüyüm’’ şeklinde cevapladı.

Bienalin kavramsal çerçevesi ve başlığı çerçevesinde kamusal sanat tartışmalarının öne çıktığı panelde küratör Fulya Erdemci, bienalin kavramsal çerçevesi olan kentsel dönüşüm ve kamusal alanda sanatın teorik, pratik ve artistik anlamda açılımına da değindi. Kamusal alan temalı kavramsal çerçevenin geçen yıl Temmuz ayında oluşturulduğunu ve şair Lale Müldür’den alınan ‘Anne Ben Barbar mıyım?’ dizesiyle bütünlük kazandığını belirten Erdemci günümüzde artık tek bir kamudan bahsedilemeyeceğini; bienalin de bu doğrultuda ‘Farklı dünyalar birarada yaşayabilir mi? Kolektif hareket edilebilir mi? ‘ gibi sorulardan yola çıktığını anlattı.


Kunstbiennale Istanbul Vertane Chance für die Kunst


14. September 2013 18:14



Während die Kunstbiennale eröffnet, liegt in Istanbul wieder der Geruch der Gewalt in der Luft. Kann eine Großausstellung auf die Sprache der Straße antworten und ihr Versprechen einer freien und modernen Gesellschaft einlösen? 

Von Catrin Lorch 

Nachmittags wurde getwittert. Bei Protesten im Südosten der Türkei war der 22-jährige Ahmet Atakan zu Tode gekommen. Schon war man unterwegs zum Taksim-Platz, zum ersten Mal seit der gewaltsamen Räumung durch die Polizei Mitte Juni. In der Abenddämmerung wehte das Tränengas durch die StraßenIstanbuls. Ein Kunstkurator ließ seine eigene Vernissage platzen, um dabei zu sein. Fulya Erdemci, die künstlerische Leiterin der Istanbul-Biennale, die am Mittwochmorgen ihre Ausstellung der internationalen Presse erstmals zeigen sollte, bedauerte, nicht dabei gewesen zu sein. 

Dass in Istanbul nun wieder "der Geruch der Gewalt" in der Luft liege, stellte sie beim ersten Rundgang durch ihreAusstellung fest, die dreizehnte Ausgabe einer Kunst-Biennale, die seit ihrer Gründung vor gut einem Vierteljahrhundert immer eine hoch politische Angelegenheit war und die dieses Mal mit so viel Spannung erwartet wurde wie kaum eine andere Großausstellung in den vergangenen Jahren.  to read more please click





Kaçırılmış Bir Fırsat: 13. İstanbul Bienali 

11/10/2013 

İstanbul Bienali açılırken havada yine şiddet kokusu var. Devasa bir sergi, sokakların diline yanıt verebilir mi? Ve sokağın özgür ve modern toplum beklentisini karşılayabilir mi? 

Öğleden sonra hava sertti. Hatay’daki protestolar esnasında, 22 yaşındaki Ahmet Atakan ölmüştü. Polisin Haziran ortasında kaba kuvvetle boşaltmasından sonra ilk kez Taksim Meydanı’na yürüyordum. Akşam karanlığı çöktüğünde İstanbul’un caddelerinde gene göz yaşartıcı gaz rüzgârları esiyordu. Bir küratör, sokağa destek vermek için kendi açılışını feda etmişti. İstanbul Bienali’nin sanat yöneticisi Fulya Erdemci, hazırladığı sergiyi uluslararası basına daha yeni tanıtmıştı ve sokağın yanında olamadığı için esef duyduğunu söylüyordu. 

Göz yaşartıcı köpük 

Demokratik bir toplumda düşünce özgürlüğü büyük bir dalga ise, sanatın özgürlüğü de o dalganın üstündeki köpüktür. 13. İstanbul Bienali ise, adeta göz yaşartıcı gazın köpüğünden doğmuş gibi. Bunun ilk işareti Bienal küratörü ve direktörünün kışın Berlin’deki Tanas Galeri’de açtıkları ve sanki yazın olacakları önceleyen “Agorafobi” (sokağa çıkma korkusu) başlıklı sergiydi. Bu sırada, daha direniş başlamadan çok önce kararlaştırılan Bienal konusu, İstanbul’un kime ait olduğu ve şehrin mutenalaştırılma sorunuyla ilgiliydi: Bir şehir, neoliberal çılgınlık içerisinde kültürel ve mimari mirasını nasıl koruyacaktı? Fulya Erdemci, agorafobiyi yenerek, içe kapalı bir yüksek kültür gösterisi olan önceki Bienal’in ardından, bu Bienal’i sokağa taşımayı vaat ediyordu. Hatta Gezi Parkı ve Taksim Meydanı da planların içindeydi. Bu vesileyle, Amsterdamlı sanatçı grubu Rietveld Landscape, şu sıralar devasa bir cami, alışveriş merkezi ya da barok tarzı bir opera binası inşa edilmek üzere temizlenmekte olan Taksim Meydanı’nı, AKM’den başlayarak, loş bir ışıkla aydınlatmak istiyordu. Böyle harika bir fırsat, çağdaş ve eleştirel sanata nadiren nasip olurdu. 

Sokağın diline karşılık çok az sözcük 

13. Bienal’de sergilenen 88 sanatçı ve grup içinden, sokaktaki protestolar sırasında ortaya çıkan görkemli ve eşsiz görsel dili karşılayan ancak yarım düzine iş bulunmakta. Halil Altındere’nin “Wonderland” (Harikalar Diyarı) videosu bunlardan biri. Video, yarım asırdan fazla süredir Romenlerin yaşadığı bir mahalle olan Sulukule’nin dar sokaklarında, acı bir siren eşliğinde süren hızlı bir takiple başlıyor. Tahribad-ı İsyan gençleri "mahallemizi yıkmaya geliyorlar” diyerek rap yapmaktadırlar. Video, gençlerin bir polisle karşılaşmalarını ve onu nasıl tutuşturduklarını gösterir. Görüntüler tam anlamıyla sokak-gençliğinin tasavvuruna uygundur. 

Otorite sembolik bir biçimde yanmaktadır 

Böyle bir iş, ilk defa ücretsiz olan ve kamusal alandan yana olduğunu belirten büyük bir sergi için bir şanstır. Ne yazık ki bu iş, dar bir video kutusu içinde gösterilmektedir. Tüm Bienal katılımcıları arasında gerçek anlamda risk alan yalnızca kötü şöhretli Romen gençlerdir. Evet, burada otorite sembolik biçimde yanıyor ama bu gençlerin görkemli eylemi de bir video gösterisine dönüştüğünde kaynamış oluyor. Aynı durum Hector Zamaro’nun videoso için de geçerlidir. Zomaro’nun Akademi’nin harap olmuş modern mimarisi içinde gerçekleştirdiği performansta, inşaat ameleleri, tehlikeli bir hız ve bir ritim içinde birbirlerine tuğla fırlatmaktadır. Ne var ki bu cesur performans, Bienal’de video olarak sergilendiğinde, kuramsal sanata doğru evcilleşecektir. 

Ücretsiz giriş var ama açıklama yok 

Yoldan gelip geçenlerin, gençlerin, aktivistlerin, öğrencilerin, sırf giriş ücreti olmadığı bu sergiye akın etmeleri mi beklenmektedir? Sergiye girecekler de, kavramsal sanatın boyunduruğunda rehberin ağdalı dilini sökmekle mi uğraşacaklardır? Yoksa, yönetimler-yatırımlar ve medya şirketleri arasındaki ilişkileri gösteren Mark Lombardi’nin çetrefilli grafiklerinin izini sürüp hayrete mi düşeceklerdir? Ve neden Anikka Eriksson’un enikli filmi, Türkiye’deki sokak köpeklerine bir dil kazandıracaktır? Bu sergide çağdaş sanatın deyimlerini akıcı bir dille ifade edemeyen, kendini dışlanmış hissedecektir. 


Annika Eriksson, I am the dog that was always here. Fotoğraf: İstanbul Bienali 

Bu yıl İstanbul’da sorulan esas soru şu: Sanat, sponsorların elindeyken gerçekten iddia edildiği gibi özgür müdür? Her ne kadar Bienal uluslararası bir vakıf tarafından destekleniyorsa da, ana sponsorluğu Koç Vakfı üstlenmiştir. Koç Ailesi, bir Krupp veya Rockefeller hanedanı gibidir. Gerek Koç’lar, gerekse Eczacıbaşı ve Sabancı gibi aileler için, sanat sadece bir koleksiyon konusu değil, aynı zamanda Batılı bir yaşam biçiminin koşuludur. Çağdaş sanat, modern toplumların gözle görülür kimliğidir. 

Altı oyulan muhalefet 

İstanbul Bienali kuruluşundan beri, uluslararası avangardın Türkiye’de kendisine bir yurt edinmesini vaat ediyordu. Ancak bu vaat yüzeyde kalmıştır. Koç Ailesi’nin Erdoğan rejimiyle arası iyi olmasa da, kültür yöneticisi Erdemci’nin ana sponsor Koç ile kurduğu temkinli ilişki, Bienal’in bağımsızlığını gölgelemektedir. 

Koç ismi –diğer iktidar sahibi gruplardan farklı olarak– sergiye katılan aktivistlerin eleştirel şemasında görülmemektedir. İlkbaharda, yerel sanat çevresinin, Bienal’in mutenalaştırmadan kâr edenler tarafından finanse edilmesini protesto ettiği bir performans sırasında, Fulya Erdemci aktivistleri salondan attırmıştı. Kendisine yapılan eleştirileri ise şöyle yanıtlamıştı: “Sanat, tamamen soyut ve temiz bir alan değildir. Sanat dünyası bu sistemin bir parçasıdır ve hepimizin içinde olduğu, aynı parametreler içinde işler.” Bu, oldukça diplomatik bir yanıttı ama sonuçta her türlü muhalefetin de altını oymaktaydı. 

Güçlü dalaverecilerin himayesi 

Vahşi Batı usulü ile yönetilen Boğaz’daki Bienal, kendini tamamen güç sahibi dalaverecilerin kucağına mı bırakmış durumda? Madalyonun iki yüzü var: Geçmişte de Bienal’in sergi mekânı olan limandaki Antrepo, yakında Bienal’e ev sahipliği yapamayacak, çünkü yerine muhtemelen büyük bir otel yükselecek. Öbür yandan, Koç Vakfı, daha önceden sanatçıların mahallesi olan ama şimdilerde steril bir yere dönüşen Beyoğlu’nun ortasına, 6000 ila 8000 metre kare alanda yükselecek betondan devasa bir sanat müzesi inşa etmeyi planlıyor. 

İşte bu nedenle gerçek anlamda riske giren; yüzleri, isimleri ve şarkılarıyla muhalefet eden ve bağımsızlık peşinde koşan yalnızca sanatçılarken, ev sahibi Bienal uysal olarak kalmaktadır. Bienal’in ikinci merkezi mekânı olan Rum okulunun en üst katının tavanından neondan beş olimpiyat halkası sarkmaktadır. Volkan Aslan, bu halkaları çatı kirişinden eriyerek aşağı akıyormuş gibi sergilemektedir. “Games Games Games” isimli bu iş, aktüel bir konu olan İstanbul’un 2020 Olimpiyat Oyunları’na başvurusuna işaret ederek, Tokyo’nun İstanbul’u hezimete uğratmasından memnun bir yorum izlenimi vermektedir. 



Volkan Aslan, 
Games Games Games. 
Fotoğraf: Servet Dilber 

Belki de Basim Magdy kendi metin-resim-kolajında bu Bienal’in vizyonunu kusursuz biçimde formüle ediyordu: "We came and we left and nothing changed" (geldik ve gittik ve hiçbir şey değişmedi). Bienal’in hayal gücünden yoksun, umursamazca sunulan büyük bir uluslararası gösteriden ibaret kalması, sonuçta sivil direnişin bir bozgunu gibi duyumsanıyor. 

Bu metin http://www.sueddeutsche.de/kultur/kunstbiennale-istanbul-vertane-chance-fuer-die-kunst-1.1770447 adresinde yer alan haberden derlenmiş ve çevrilmiştir. 



4 Ekim 2013 Cuma



İKSV protestoları izlemek için tıklayınız